Dr. Ecehan SOMUNCUOĞLU
ORCID: 0000-0002-4048-1422
Aksaray Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
ecehansomuncuoglu@aksaray.edu.tr
ISBN: 978-605-71074-1-1
Yayın Tarihi: 06.07.2023
Doi: 10.5281/zenodo.8119421

Medeniyetler Çatışması, düşünce tarihindeki politik ve ideolojik yaklaşımlardan biridir. Medeniyet teriminin 1990’lardan itibaren dikkate değer dönüşümlere uğraması ile ideolojilerin sonu, küreselleşme, kimlik siyaseti ve yeni dünya düzeni gibi bakış açılarıyla ilişkili olarak tartışılmıştır. 1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılışı dünya tarihi açısından bir kırılma anı olmuş, dünyanın nasıl şekilleneceği sorgusunu beraberinde getirmiştir. Bu sorgular içinde Soğuk Savaş sonrası bakış açılarından en ilgi çekeni ve en çok eleştirileni, medeniyetler çatışması kuramı olmuştur. Amerikalı siyaset bilimci Samuel Phillips Huntington ile özdeşleşen medeniyetler çatışması, yalnızca 1990’lı yıllarda değil, 11 Eylül sonrasında da dünya politikasındaki gelişmeleri kültürler arası farklılıklar ve karşıtlıklar çerçevesinde ele alan düşüncelere temel oluşturmuştur. Huntington’ın 1993 yılında Foreign Affairs dergisinde “Medeniyetler Çatışması Mı?” başlıklı makalesinde (Huntington, 1993) sunduğu kuramın temeli, özünde Batı’nın “ötekisi” olarak İslam’ı gören bir varsayımdır. Bu varsayım çerçevesinde Huntington’dan önce Bernard Lewis medeniyetler çatışmasını ilk olarak 1957 yılında bir konferansta ifade ettiğini belirtmiştir (Lewis, 2012, s. 267). Bernard Lewis’in yaklaşımı, 1950’lerin sonunda dünyanın içinde bulunduğu koşullarda ve küresel politikanın işleyişinde fazla öne çıkmamıştır. Bu dönemde Batı için en büyük [dış] politika sorunu, yayılma tehlikesi olan Sovyet tehdidi olmuştur. Orta Doğu uzmanı ve oryantalist Lewis’in medeniyetler çatışmasını irdelemesi, 1990 yılında “Müslüman Öfkenin Kökenleri” adıyla Atlantis dergisinde yayımlanan makalesinde görülmektedir (Lewis, 1990). Zamanlaması ve içeriği açısından değişim sürecinin bir yansıması olarak kabul edilen makalede, din ve politika ilişkilerinin İslam ve Hıristiyan dünyalarındaki farklı bağlamlarını medeniyetler çatışması olarak tanımlamıştır. Huntington ise Lewis’in “yeni” ve “ideolojik” yol haritasını geniş kesimlere taşımıştır. Medeniyetler çatışması Lewis’e göre, İslam ve Hıristiyan [ve Yahudi] mirası arasında kadim düşmanlık ve rekabetten ileri gelmektedir. Tarihsel olarak iki medeniyet arasındaki üstünlük mücadelesinin Batı/Hıristiyan lehine değişmesi ve Batı’nın küresel hegemonyası, İslam dünyasının tepkiselliğini doğurmakta, bu da çekişme ve çatışma yaratmaktadır (Lewis, 1990). İslam, Müslüman ve Orta Doğu toplumları araştırmaları ile bilinen Lewis’in düşünceleri, tarihsel olarak bütün Müslüman toplumların zihniyetlerinin veya bir medeniyet olarak İslam’ın aynı, benzersiz ve değişmez bir özü olduğu kavramsallaştırmasına dayanmaktadır. Üzerinde durduğu en temel söylem, İslam dünyası ile Batı’nın farklı değer sistemlerine sahip olduğudur. Lewis, kültürel farklılıkların merkezinde dinin yer aldığını, İslam ile demokrasinin uyumsuzluğu çerçevesinde İslam ve Batı’nın çatışma içinde olduğunu, sorunun ancak çatışma sonrasında çözüleceği yönünde düşüncelere sahiptir (Lewis, 2002, s. 211). Medeniyetler arasında çatışma söylemi Lewis’den daha erken bir tarihte yine bir medeniyet tarihçisi olarak bilinen Arnold Toynbee tarafından da farklı bir bağlamda dile getirilmiştir. Toynbee, 1948 tarihli “Medeniyet Yargılanıyor” (Toynbee, 1991) ve 1953 tarihli Dünya ve Batı (Toynbee, 2014) gibi kitapları başta olmak üzere çeşitli makalelerinde, Batı’nın bir medeniyet olarak içine düştüğü krizi tartışırken medeniyetlerin farklı kültür ve inanç sistemlerinin diğerleriyle bir çatışma ve rekabet durumuna yol açtığını ifade etmiştir (Toynbee, 1991, s. 92). Toynbee’ye göre, çatışmayı tetikleyen husus, medeniyetlerin üstün konumunun diğerinde yarattığı baskıdır. Toynbee, medeniyetlerin dünya tarihini şekillendiren kapsayıcılığını ve dinin etkin rolünü odağa alarak tarihsel açıklamalar sunmuştur. Batı’nın dünya politikasındaki üstün konumunun yine içsel ve dışsal çelişkilerle zayıfladığını, dinin devre dışı kalmasıyla toplumların içine düştüğü boşluğun komünizm gibi tehditlerle doldurulacağını, bu durumun Batı’nın içine girdiği zayıflığı tetiklediğini iddia etmiştir. Böylece Soğuk Savaş koşullarına uygun bir şekilde ikili zıtlıklara dayalı politik sonuçlara ulaşmıştır. Toynbee, 1960’lı yıllardan itibaren Avrupa-merkezli tarih yazım anlayışı ile medeniyet alanlarını homojen ve genelleştirici tarzda tanımladığı gerekçesiyle eleştirilmiş ve yaklaşımı demode olmuştur. Huntington ise medeniyetler çatışması savını tartışırken Toynbee’ye dönüş yaparak, bir yandan Avrupa-merkezciliği diğer yandan dinin belirleyici rolünü sıklıkla vurgulamıştır (Huntington, 1993, s. 25). Huntington, medeniyet kurgusuyla Toynbee’den farklılaşsa da aynı amaç ve varsayımları paylaşmaktadır.

Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması Mı?” başlıklı makalesinin kamuoyunda dikkatleri çekmesiyle, hem eleştirileri yatıştırmak hem de yeni dünyanın dinamiklerini tahlil etmek üzere medeniyetlerin tanımı, kültürel etkileşim olasılıkları ve çatışma dinamiklerinin ayrıntılı bir şekilde ele alındığı bir kitap yazmıştır (Huntington, 2006). Kitap, kısa sürede çok satanlar listesine girmiş, düşünce dünyasında hararetli bir tartışma devam etmiştir. Genel olarak Huntington makalesinde ve kitabında, Soğuk Savaş sonrası dünyada kültür ve kimliklerin kabulünde önemli değişikliklerin yaşanacağını ve savaşların medeniyetler arasında gerçekleşeceğini iddia etmektedir. Bu iddiasını, insanlık tarihi aynı zamanda medeniyetler tarihidir, sözüyle kesin bir dille belirtmektedir (Huntington, 2006, s. 46). Argümanının en tartışmalı bileşeni ise Batı medeniyetinin gerilemesi ile İslam medeniyetinin çevresindeki diğer medeniyetlerle, özellikle Batı ile şiddetli bir karşılaşma eğiliminde olacağı söylemidir. Din merkezli çatışma söylemiyle jeopolitik açıdan Lewis ve ardından Huntington’ın geleceğe dönük sürekli bir çatışma ve düşman algısı üretmesi, modernizmde dine atfedilen statüye aykırı bir tutumu göstermektedir. Modernitenin arkada bıraktığı değerlerin gündeme geldiği bir anlayış, Huntington’ın yaklaşımının merkezi olmuştur. Küreselleşmenin moderniteyle iç içe geçen bütün kavramları sorgulanır hale getirmesi, ilişki biçimlerini değiştirmesi ve mutlak tanımları belirsizleştirmesi modern dünyanın görüntüsünün yeniden inşa edilmesini gerektirmiştir. Bilindiği gibi yirminci yüzyıl boyunca modernizm paradigmasına dayalı sistem, 1945’ten sonra ABD ve Sovyetler Birliği’nin öncülük ettiği Batı ve Doğu blokları arasında savaş durumuna yakın, stratejik ve ideolojik olarak kötü ilişkilerle ifade edilen Soğuk Savaş kuramıyla tanımlanmıştır. Sovyetler sisteminin yıkılışının ardından bir dizi önemli küresel olayla birlikte modernite söylemi de sarsılmıştır. Soğuk Savaş’ın sembollerinden biri olan Berlin Duvarı’nın çöküşü (1989) ilk anda heyecan ve iyimserlik yaratmış olsa da yeni dünyanın nasıl olacağına ilişkin çözümleme araçlarının yetersizliği açığa çıkmıştır. Postmodernizm ve küreselleşme tartışmalarının, düşünce dünyasında ve politikada önemli bir açılım yarattığı bir zamanda Huntington’ın makalesi haliyle ilgiyi üzerine çekmiştir. Genel olarak kötümser bir bakış açısına dayanmaktadır. Uluslararası ilişkilerde yirmi birinci yüzyılın çatışmalarının yirminci yüzyıldakilere kesinlikle benzemeyeceğine inanan Huntington, birbiriyle rekabet eden kültür alanlarının tarihsel olarak çatışma ve farklılıklar üzerine kurulduğunu gündeme getirmiştir. Kavramsal ve kuramsal bir çerçeve olarak, Sovyetler Birliği’nin ve sosyalizmin çöküşünün ideolojik ve ekonomik açıdan dünyada çatışmaları sona erdirecek bir kırılma yaratıp yaratmayacağını sorgulamıştır. Huntington, Sovyetler Birliği ve onun temsil ettiği sosyalizmin/komünizmin çökmesinin ideolojik karşıtlıklar açısından bir sonu temsil ettiği argümanını ileri sürmüştür. Dünyada bundan sonra ekonomik ve politik gelişmelerin değil kültürün hakim olacağını, dünyanın yeni bölünmelerinin ve çatışma dinamiklerinin kültürel ayrımlar ve/veya medeniyet farklılıkları yüzünden yaşanacağını ifade etmiştir (Huntington, 1993, s. 23). Huntington’ın ortaya koyduğu düşünceler, Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu Mu?” adlı makalesinden (Fukuyama, 1989) bir süre sonra kaleme alındığı için bir anlamda Fukuyama’nın iddialarına karşı bir polemik şeklinde algılanmıştır. Fukuyama, dünyanın son kırk senesine damgasını vuran kutuplaşmanın sona erdiğini, artık ideolojik ayrımlardan doğacak çatışmaların ortadan kalkacağını belirtmiş ve Batı’nın zafer kazandığını ilan etmiştir. Gerçekten 1990’lı yılların ilk yarısı neoliberalizm veya kapitalizme karşı ciddi küresel bir rekabetin olmadan gelişmesine tanıklık edilmiştir. Fukuyama’nın bu bağlamda iyimser bir bakış açısıyla savunduğu tezine göre liberalizm, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra faşizme son verdiği gibi Sovyet sisteminin ortadan kalkması ile “liberalizmin en son uygulanabilir alternatifine” karşı hayatta kalmıştır (Fukuyama, 1993, s. 213). Dolayısıyla ideolojik rekabet süreci tamamlanarak liberalizmin zaferiyle tarihin de sona erdiğini ifade eden zorlayıcı ve iddialı bir tez sunmuştur. Fukuyama, dünyada liberalizmin tek başına gücünü ilan etmesinin liberal demokratik sistemlerin de başarısını gösterdiğini vurgulayarak, yirmi birinci yüzyılda devletler arasında hesaplaşma ve çatışmalar olsa bile bu durumun liberalizme meydan okuma düzeyine gelmeyeceğinin mesajını vermiştir. Artık Batı’yı temsil eden bütün değer ve yaşam biçimlerinin evrensel geçerliliği kanıtlanmış olduğu için tarihin ilerlemeci ve evrimsel akışında sona gelinmiş olduğunu öne sürmüştür (Fukuyama, 1993, s. 214-215; Elliot, 2006, s. 87). Huntington ise küresel ölçekte rekabet ve çatışma riskinin devam ettiğini, bunun Batı ile Batı dışı toplumlar arasında gerçekleşeceğini, [medeniyetler arası] çatışmanın yeni dünya koşullarını tayin edeceğini belirterek Fukuyama’nın tezine karşıt bir konumda yer almıştır. Huntington, “tarihin sonu”nun sınırlılığını açıklarken kültür, kimlik ve medeniyet kavramlarının önemini ortaya koymuş, medeniyet karşıtlığı retoriğine ağırlık vermiştir. Aynı zamanda küreselleşme ve çok kültürlülük gibi “yeni” kavramlara değinmiştir (Huntington, 2006, s. 234).

Huntington’ın, merkeze aldığı medeniyet tartışması, düşünce dünyasında çok uzun bir geçmişe sahiptir. Belirli bir toplumsal aşamayı, evrensel bir gelişmeyi ifade etmektedir. Sözlük anlamı, ilkellik veya göçebe durumun karşıtıdır. İnsanlık tarihinde ilkellik ve göçebe toplumlarda kültürün yerel içeriği, nüfusun yayılması ve farklı insan topluluklarının bir araya gelmesiyle imparatorluklar sistemine evrilmiş ve evrensel bir nitelik kazanmıştır. Göksel dinlerin imparatorluk sistemine kattıkları yorum ile modern öncesi dönem çoğunlukla dinin belirleyici olduğu medeniyet alanları olarak tarif edilmiştir. Modern çağ ise Avrupa ekseninde evrensellik anlayışının dini bağlamından çıkarak kurucu unsur olarak insanı gören bir anlayışla şekillenmiştir. Böylece Avrupa’ya kimliğini veren şey, ilerlemeci ve evrenselci bir gelişim çizgisinde ortaya konmuştur. Avrupa hegemonyasının dünyada görünür hale geldiği on dokuzuncu yüzyıldan itibaren Avrupa değerler sistemi yüceltilirken, Avrupa dışı toplumlarda da tarihsel bir zorunluluk olarak evrenselci Avrupa kimliğinin geçerli olacağı savı kabul görmüştür (Wallerstein, 2010, s. 35). Bu dönemde “medenileştirme misyonu”, Avrupalı insanın Avrupa dışı dünyaya yönelik politikasını meşrulaştıran bir söylem olmuştur. Böylece Avrupa’nın üstünlüğüne dayalı olarak dünyaya hakim olması, kültür veya medeniyet ve üstü örtük biçimde dinsel öğeleri de kapsayarak dile getirilmiştir (Esposido, 2002, s. 102). Özellikle on sekizinci yüzyıldan itibaren Avrupa’da kültür kavramı bu düşünce çizgisinde medeniyetle eş anlamlı kullanılmıştır. Bunun gerisinde yatan husus, toplumların daha az medeni biçimlerden kültür ve değer açısından daha üst bir seviyeye çıkması gibi Avrupa’daki dönüşümü açıklayan bir argümana dayanmasıdır (Williams, 2005, s. 70-71). Aydınlanma, akıl ve ilerleme bu dönemde Avrupa düşünce dünyasının merkezinde yer almıştır. Avrupa’nın aşama aşama dünyanın geri kalanı üzerinde kurduğu üstünlüğü, maddi gücü ve siyasal örgütlenişinin yanı sıra düşünce alanındaki birikimi ile Avrupa medeniyeti, modernliği üreten alan olarak kabul edilmiştir (Mcneill, 2006, s. 561-574). 1960’lı yıllara kadar düşünce dünyasında Batı’yı dünya toplumlarının içinde ayrıcalıklı statüde tanımlamayı ve medeniyet bakımından Batı’nın üstünlüğünü savunan medeniyet çalışma alanı etkisini yitirmeye başlamıştır. Daha önce ifade edildiği üzere Toynbee’nin ortaya koyduğu gibi tarihin ilerlemeci bir açıklamasını sunan yaklaşımlar yerine dünya ekonomisinin şekillendirici etkilerine ağırlık veren, karşılaştırmalı tarih anlayışıyla her toplumun farklı zaman ve mekan serüveni içinde varlığını sürdürdüğü yaklaşımlar ve postmodern düşünce akımlarını öne çıkaran bakış açıları gelişmiştir. Ancak Huntington’ın medeniyetler çatışması kuramı, insanlar arasındaki farkların kesin, ayrıksı ve mutlak olduğu düşüncesine dayanmaktadır ve medeniyetlerin kendi içindeki heterojen yapılarını göz ardı eden eski düşünce şeklini yeniden gündeme getirmiştir (Sabet, 2003, s. 68). Böyle bir akıl yürütme ile Huntington, evrensel ilkelere sahip olan Batı medeniyetinin dünyanın geri kalanı üzerinde büyük etkilere sahip olduğu yargısını savunmaktadır. Batı, hem gücünün zirvesine ulaşmıştır hem de bunun bir sonucu olarak Batı dışı toplumlarda Batı karşıtı bir tepkiyle de karşı karşıya kalmıştır. Batılı olmayan toplumlar bir yandan Batılı değerleri içselleştirirken bir yandan da kendi kültürel örüntülerinin yol göstericiliğinde dünyayı biçimlendirmek gibi bir misyonla hareket etmektedirler (Huntington, 2006, s. 270-271).  

Huntington, kitabında medeniyeti kültürel bir varlık olarak açıklamaktadır. Medeniyet veya kültür, toplumları diğerlerinden kesin bir şekilde ayırt eden öznellikleri kapsamaktadır. Huntington medeniyet paradigmasının yeni bir şey olmadığının altını çizmekte, insanlık tarihinin merkezinde yer aldığını ifade etmektedir. Kitabında Arnold Toybee’nin yanı sıra Max Weber ve Fernand Braudel başta olmak üzere medeniyete ilişkin kapsamlı analiz ve görüşleri olan düşünürlere yaslanarak medeniyet kuramını geliştirmiştir. Aynı zamanda medeniyetler çatışması tezini de tarihsel süreçte farklı kültür ve medeniyet çevrelerinin birbirleriyle çatışmacı ilişkisine dayanarak analiz etmektedir. Örneğin Batı ve Doğu [İslam] arasındaki mücadele, İslam dininin ortaya çıkışından beri bin seneyi aşkın süredir vardır. Haçlı seferleri bu mücadelenin belirleyici anlarından biri olmuştur. Yirminci yüzyılda ise Müslüman toplumlarının yaşadığı coğrafyalarda sömürge karşıtı mücadeleler kültürel uyumsuzluğun bir yansıması olarak devam etmiştir (Huntington, 2006, s. 316). Söz konusu uyumsuzluk yeni dünya koşullarında da var olmuştur. Örneğin Soğuk Savaş’ın hemen ertesinde Irak’ın ABD öncülüğünde Batı tarafından işgali en az Sovyet sisteminin sona ermesi kadar yeni dünyanın belirleyici yapısal olaylarından biri olmuştur. Huntington’a göre bu işgal, Batı ve Doğu [İslam] medeniyetlerinin etkileşimlerinin kimlik temelinde karşıtlıklardan beslenmesine işarettir. Aslında bu olayın arka planında dünyanın Batılı ekonomik çıkar güçlerinin liderliğinde küreselleşmesinin önü açılırken din, kimlik ve demokrasi tartışmaları işgale meşruluk kazandıran bir zemin yaratmıştır. Huntington on dokuzuncu yüzyılda Avrupa insanının dünyaya hükmetmesinin temel bir açıklaması olarak ırksal üstünlüğü benimsemesi gibi medeniyetleri ve medeniyet seviyesini açıklarken mutlak ayrımlara gönderme yapmaya devam etmektedir. Medeniyetler arasında bağlantı olabileceği düşüncesine uzak duran Huntington’ın toplumları harekete geçiren merkezi güç olarak dinin önemine vurgu yapması önemlidir. Bu bağlamda işgal, demokrasi, özgürlük ve insan hakları gibi Batılı değerlerin Irak’ta hayata geçirilmesi için yapılmış olmaktadır. Bir başka anlatımla Irak’ın içinde bulunduğu ve dinle özdeşleşen medeniyet alanı, Batılı değer sistemine uzak olduğu için demokrasi ve insan hakları konularında yetersizliği simgelemektedir. Bu bağlamda İslam toplumlarının genel olarak ekonomik ve siyasal koşullarının iyileştirilmesi, Batı müdahalesinin gerekçesi olarak dini bir argüman çerçevesinde temellendirilmiştir (Ali, 2002, s. 193). Huntington, sosyalizm/komünizm ve milliyetçilik gibi ideolojilerin çökmesiyle İslami [ve Konfüçyüsçü] öğretilerin etkisi altındaki toplumların Batı karşısında güçlü meydan okuyucu aktörler olarak yükseleceklerini öngörmüştür.

Huntington’ın medeniyetler çatışmasını daha kapsamlı bir şekilde ele aldığı Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması kitabı beş bölümden oluşmaktadır. Medeniyetler çatışması tezi, kitapta daha ayrıntılı üzerinde durduğu medeniyet/kültür alanlarının açıklaması ve karşılaştırılması üzerinedir. Huntington, makalesinde dünyada sekiz kültürel sistem/medeniyetin olduğunu gözlemlemiştir. Bunlar Batı, Konfüçyüs, İslam, Hindu, Japon, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve Afrika olarak tanımlanmış; Afrika ise medeni kategorisine dahil olup olmadığı konusunda şüphelerle birlikte belirtilmiştir. Kitabında ise Konfüçyüs medeniyeti olarak tanımladığı Çin kültür alanını Sinik terimiyle ifade etmiş, Çin’in kültürel ve siyasal olarak etkili olduğu Güneydoğu Asya bölgesini da içine almıştır. Kitabın birinci bölümünde medeniyetleri modern ve tarihsel bağlamda ele almakta, medeniyetler arasındaki etkileşimleri ortaya koyarak Batı medeniyeti ve modernleşme dinamiklerini açıklamaktadır. Tarihin erken dönemlerinde monarşiler arasındaki çatışmalar daha sonra ideolojiler arasındaki çatışmalara evrilmiş ve yirmi birinci yüzyılda medeniyetler arasında devam eden çatışmaları tarihsel süreklilik içinde anlatmıştır. On dokuzuncu ve yirminci yüzyılda sömürgecilik dönemi ile Soğuk Savaş döneminde yaşanan ideolojik kutuplaşmayı Batı medeniyetinin merkezinde yaşanan çatışmalar olarak tanımlamıştır. İkinci bölümde medeniyetlerin denge halleri, değişimleri ve medeniyet yapılarını zorlayan etkenlere değinmiş, Batı’nın iktidar gücü ile gerilemesinin altında yatan nedenlere odaklanmıştır. Batı’nın gerilemesi ile Batılı olmayan kültürlerin yükselişe geçmesini bu bölümde tartışmaktadır. Aynı zamanda 1990’lardan itibaren yeni dünyanın düzensizliğe doğru gittiğini detaylandırmaktadır. Üçüncü bölümde kültür ve kimlik politikaları ekseninde yeni dünyada medeniyetler arasında bir diyalog olasılığını incelemiştir. Kültürel ve ekonomik bağlamda dünyanın çeşitli bölgelerinde kurulan örgütlerin işlevleri tartışılmıştır. Yirminci yüzyıla damgasını vuran ve henüz alternatifi olmayan ulus-devletlerin kültür ve kimlik temelli bütünlüğünün sarsılacağı, heterojenliğin politik olarak pek çok ulus-devleti olumsuz yönde etkileyebileceği vurguları dikkat çekmektedir. Medeniyetler Çatışması başlığını taşıyan beşinci bölümde, küresel gücün kültürel değerleri ve pratikleri paylaşan medeniyetler temelinde yeniden dağılacağını iddia etmiş, Batı ile diğer medeniyetler arasında sorun teşkil eden konulara değinmiştir. Medeniyetler arasındaki çatışmaların dini inançlar, etnisite ve insanların nasıl yönetildiklerine göre değişen köklü farklılıklar temelinde ortaya çıkacağını savunmuştur. Bu da Huntington’a göre kültürler arası “fay hatları” olarak adlandırdığı şey boyunca olacaktır. Bir başka anlatımla fay hattı savaşları, tarih boyunca dini gruplar, aşiretler, cemaatler vb. arasında aidiyetten kaynaklanan çatışmalar gibi farklı medeniyet alanlarındaki uluslar veya devletlerin birbirlerine karşı ilerledikleri veya çarpıştıkları yerlerde olacaktır. Buna göre Kafkasya, Balkanlar ve Güney Asya, çatışma ortamının güçlü olduğu yerler olarak tespit edilmiştir. Örneğin Güney Asya, Hint ve İslam kültürlerinin karşılaşma ve rekabet alanıyken; Batı, Slav-Ortodoks ve İslam medeniyetlerinin karşı karşıya kaldığı Balkanlar, bir başka çatışma alanı olacaktır (Huntington, 2006, s. 400-403; Lockmann, 2013, s. 334). Huntington, fay hatları savaşlarında Müslümanların ve İslam medeniyetinin merkezi rol oynadığını belirtmektedir. Medeniyetlerin Geleceği başlıklı son bölümde ise, yeni dünya düzenini bekleyen kültürel temelli çatışma riskini ele almıştır. Burada Avrupa yerine Batı’yı temsil eden Amerikan kültürünün Batı medeniyetinin çekirdeği olduğunu vurgulamaktadır. Huntington, ortak veya evrensel bir medeniyet kimliğine karşıt bir tutum sergilemiştir. Çok medeniyetli dünyada bütün medeniyetleri temsil eden bir küresel örgütlenme ile insan, zenginlik ve güç paylaşımının sağlanması gerektiği gözlemini yapmıştır (Huntington, 2006, s. 466). ABD’nin küresel gücü paylaşan aktör olmaya devam etmesi için Batı medeniyeti içinde kalması ve çokkültürlülükten uzaklaşması gerektiğini ileri sürmüştür. Küreselleşme tartışmaları ile öne çıkan bir kimlik siyaseti olarak çokkültürlülük terimine karşı Huntington hayli mesafeli durmaktadır. Çokkültürlülük, ait olunan kimlik ve bu kimliğin edinildiği mirasa bağlı olmak, aynı grup içinde paylaşılan ortaklığın kamusal alanda tanınması için mücadele etmek olarak tanımlanabilir. Tarihini göç hareketi üzerine inşa eden başlıca ülkelerden biri olan ABD’de paradoksal bir şekilde 1970’lere kadar göçmenlere karşı bir asimilasyon politikası uygulanmış olsa da farklılıkların korunarak uyum sağlanmasına yönelik genel bir anlayış şekillenmiştir (Moodod, 2014, s. 16-17). Huntington ise ülkede çokkültürcülük politikasının ABD’nin Batı medeniyetiyle ortak tarihini etkisizleştirdiğini düşünmektedir. ABD, çokkültürlülük politikası ile Batı dışı medeniyetlere yöneldikçe herhangi bir medeniyete ait olmayan ülke haline gelme riskini taşımaktadır. Böylece bütüncül bir toplum olarak hayatta kalamayacağı tehlikesini taşımaktadır (Huntington, 2006, s. 460-462). Çokkültürlülüğe ve küreselleşmeye ilişkin Huntington’ın farklı ve karmaşık bir yaklaşımı olduğu görülmektedir. Küreselleşmenin ve yayılma eğilimi gösteren Batı medeniyetinin evrensel ilkelerinin diğer medeniyetlerin temel özelliklerini yozlaştırması, medeniyetler arasında gerilimleri tırmandırma potansiyeline sahiptir. Küreselleşme olgusunun ekonomik yönü de küresel dengeleri değiştirebilme, böylece yükselen güçlerin [Huntington Çin’in yükselen bir güç olarak etkisini tartışmaktadır.] ekonomideki artan etkisiyle rekabet ve çatışmaları ortaya çıkarabileceğine işaret etmektedir (Huntington, 2006, s. 358). Medeniyet tasarımlarının keskin ayrışmaya dayalı olduğunun geçerliliğine şüpheyle bakan araştırmalara rağmen Huntington’ın bakış açısı, tarih boyunca medeniyetlerin coğrafi ayrımlarla, kültürel kodlarla ve din gibi belirleyici inanç sistemleriyle tanındığının ön kabulüne dayanmaktadır. İnsanlık tarihinde düşünce ve teknoloji yayıldıkça medeniyetlerin oluşması ve gelişmesi mümkün olmuş, aynı medeniyet alanında insanları birbirine bağlayan bağlar ortak kültür yapılarını doğurmuştur. Bu yüzden Huntington’a göre yüzyıllar içinde oluşan farklı kültürel kalıpların etkisini yitirmesi mümkün görünmemektedir. Küreselleşen dünyada insanlar, bilgiler ve kültürler hızla karşı karşıya gelebildikleri için medeniyetlerin birbiriyle etkileşimi de kaçınılmaz olmaktadır. Yirmi birinci yüzyılda bu karşılaşma kültürlerin/medeniyetlerin birbiri içine girmesini zorlaştırırken, sınırların ve farklılık bilincinin daha keskin hale gelmesine yol açacaktır (Huntington, 2006, s. 360).

Huntington’ın medeniyetler çatışması söylemine karşı eleştirel bir tavır da şekillenmiştir. Eleştirel düşüncenin temelinde, Soğuk Savaş’ın ardından Sovyetler Birliği’nin yıkılışı ile ortaya çıkan boşluğun yeni bir “düşman” söylemiyle doldurulmak istenmesi vurgusu bulunmaktadır (Wallerstein, 1998:265). Batı’nın Soğuk Savaş sonrası zafer kazandığına yönelik argümanlar, Batı ile Batı dışındaki toplumları liberalizm ve sosyalizm ekseninde ayırarak ötekileştirmekteydi. Soğuk Savaş sonrasında sosyalizmin sahneden çekilmesiyle bölgesel ve küresel politikaların şekillendirilmesini meşrulaştıracak yeni bir aktöre ihtiyaç duyulmaktaydı. Kepel’in tespit ettiği gibi, Soğuk Savaş döneminde Doğu ve Batı ayrımlarında Doğu, Sovyet Bloku’nu temsil ederken, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle yeni düşman eskinin Doğu’sunu yani Orienti/Şarkı temsil etmektedir (Kepel, 2006, s. 67). Soğuk Savaş sonrası dünyayı ABD hegemonyasının geleceği bağlamında eleştirel bir çerçevede değerlendiren Immanuel Wallerstein, medeniyet ve kültürün gerçekçi yanılsamalara dönüşebilme riskini vurgulamıştır. Wallerstein, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ABD’nin hegemon gücündeki gerileyişi daha açık hale getirdiği için medeniyetler çatışması teziyle dünyanın kaosa sürüklenme riski üzerinden ABD’nin hegemonyasını devam ettirme ihtiyacını tartışmıştır (Wallerstein, 1998, s. 169-170). Bununla birlikte Huntington’ın argümanına yönelik çatışmaların medeniyetler arasında değil, medeniyet alanlarının kendi içinde cereyan ettiğine yönelik itirazlar sunulmuştur. Huntington bu itirazlara şöyle yanıt vermiştir: Batı medeniyeti gelişim aşamasını tamamladığı için kendi aralarında üç yüz yılı aşan savaşlar dönemi kapanmış, çıkar ortaklığına geçmişlerdir. Uluslararası İlişkiler kuramları içinde “demokratik barış” kuramı olarak tartışılan yaklaşımla benzer şekilde Huntington, Batı’nın diğer medeniyetlerle ilişkisi bakımından gücünün zirvesine erişmiş olduğu için, rakip gücün dünya tarihinden silinmesiyle Batılı devletler arasında askeri çatışmaların ortaya çıkmasını mümkün görmemektedir. Oysa İslam medeniyeti henüz gelişme aşamasında olduğu için kendi aralarındaki sorunları aşmaya çalışmaktadır. Bu durum medeniyetler arasındaki çarpışmalarla birlikte devam etmektedir (Huntington, 2006, s. 307). Yirminci yüzyıl boyunca Batı dışı toplumların Batılılaşma girişimlerini de eleştiren Huntington, toplumların kendi kültürel dinamikleri ekseninde hareket etmesini vurgulayarak ve Batılı değerlerinin evrensel olmadığını iddia ederek siyasal sorunları bir anlamda kültür alanına indirgeyerek kültürel özcülük tartışmalarını tetiklemiştir. Edward Said, 2001 tarihli makalesinde Huntington’ın medeniyetlerin kendi içinde kapsadığı çoğulculuğu göz ardı ederek özellikle Batı ile İslam arasında keskin bir karşıtlık olduğu yargısını öne sürdüğünü belirtmekte ve bu yargının temelde, Müslümanların Batı ülkelerindeki varlıklarının giderek artmasına bağlamaktadır. Batı’nın sömürgecilik geçmişinde merkezden uzak olan ilişki biçimi bugün artan göç dolayısıyla Batı’nın merkezinde gerçekleşmektedir. Batı toplumları göçmen akınından giderek daha fazla korku duymaktadır. Bir zamanların sömürülen topraklarından gelenler için Batı medeniyetinin merkezleri, sığınılan topraklar haline gelmiştir. Söz konusu nüfus hareketliliği giderek yozlaşma ve toplumsal, ekonomik ve siyasal sorun yumağına dönüşme riskini taşımaktadır. Bu doğrultuda nüfus hareketliliğinin artması aynı zamanda ekonomik sorunlarla çarpıştığında İslami bir tehlike olarak medeniyetler savaşının tetikleyicisi olmaktadır. Said, medeniyetler çatışmasının tek yönlü ele alındığını, tarih boyunca çatışma ve savaş dinamiğinin yanı sıra medeniyetlerin birbirlerine sunduğu katkı ve sentezlerin yabana atılamayacağını ifade etmiştir. Edward Said, Wallerstein ile benzer çizgiyi takip ederek medeniyetler çatışması tezini, tek kutuplu dünya düzeninde ABD’nin ulusal çıkarları doğrultusunda geliştirilen argümanlardan biri olarak tanımlamıştır (Said, 2007, s. 316-317). Said, Huntington tarafından açıklanan İslam medeniyeti imajının durağan, değişmeyen, genelleştirici bir tarzda ele alındığını, böylece on dokuzuncu yüzyılın ana akım oryantal literatürünün bir devamı olduğunu söylemiştir (Said, 2010, s. 451). Arif Dirlik ise küreselleşme ekseninde medeniyetler çatışması tezine ilişkin olarak yeni dünyanın içinden geçtiği dönüşümlere modernite paradigması ve onun uzantısı olan sömürgecilik yaklaşımlarının artık karşılık veremediğini, bu yüzden küreselleşen dünyada son derece temelsiz biçimde medeniyetler veya kültürler arasında çatışma söyleminin gündemde tutulduğuna işaret etmiştir (Dirlik, 2009:109). Çokkültürcülüğün yeni dünyanın temel özelliği olduğunu kabul etse de Huntington bunun küreselleşmenin bir sonucu değil, küreselleşmenin önünde engel olarak var olduğunu iddia etmiştir. Samir Amin, kültürler arasında mutlak ayrımların yapılmasını, ikili zıtlıklar şeklinde ötekileştirmenin olduğunu savunmanın tarih dışı bir önyargıyı savunmak anlamına geldiğini söylemektedir. Avrupa-merkezci bir temelde Huntington’ın Hıristiyan olmasına rağmen Latin Amerika’nın az gelişmişliğine değinmediğini, farklı dinlerin kabul edildiği Afrika’yı medeniyet alanı olarak dahi saymama refleksini emperyal ve stratejik dış politika girişimi olarak eleştirmektedir (Amin, 1995, s. 354). Son olarak Amatrya Sen’in görüşleri de benzer şekilde medeniyetler arasında çatışma söyleminin temelsiz olduğunu vurgulamaktadır. Ona göre medeniyetlerin çatışıp çatışmadığı sorusunu sormadan önce medeniyetlerin çatışmasının dayatılmasına dikkat çekilmesi gerekmektedir. Her medeniyet alanının son derece karmaşık, sonsuz farklılıkları içinde barındırdığı gerçeği göz ardı edilmektedir (Sen, 2006, s. 32-33). Bu bakış açısına göre insanı ait olduğu medeniyeti ile kimliğini belirlemek, ister istemez indirgemeci ve basitleştirici bir argüman olmaktadır.

Medeniyetler çatışması kuramının ortaya çıkardığı uzun soluklu tartışma, Birleşmiş Milletler (BM) nezdinde medeniyetler buluşması veya ittifakı denilen bir girişimin doğmasına yol açmıştır. Temelinde, Huntington’ın özellikle İslam ve Batı medeniyeti çatışmasının yarattığı düşünsel ortam ve 1990’larda bir dizi olayın gerçekleşmesi yatmaktadır. İlk olarak I. Körfez Savaşı ve ardından Bosna-Hersek Savaşı’nın yarattığı infialin ve “Batı medeniyetinin” merkezlerinde Müslüman kimliğine yönelik baskı ve ötekileştirmenin artması üzerine kültürel kimlikler arasında bağ kurma, iletişimi geliştirme, karşılıklı konuşabilmeyi sağlayacak platformları inşa etmek üzerine yapılan tartışmaların neticesinde 2001 yılı, Medeniyetler Arası Diyalog Yılı ilan edilmiştir. (BM Medeniyetler İttifakı Raporu, 2006). Ancak bu başlangıç, 11 Eylül 2001’de ABD’de El-Kaide örgütünün terör saldırıları, ardından ABD’nin Afganistan (2001) ve Irak’ı (2003, II. Körfez Savaşı) işgal etmesiyle büyük yara almıştır. 2004 yılında, medeniyetler çatışması iddiaları ve uluslararası kaygıların ağırlığı altında farklı din, inanç ve kültürlerin uyumlu birlikteliğine vurgu yapan, uluslararası iş birliğini ve diyaloğu teşvik eden çalışmaların başlatılması için Genel Kurul’un 59. Toplantısında İspanya tarafından BM örgütünün harekete geçmesi önerilmiştir. Türkiye’nin desteği ile 2005 yılında resmi olarak Medeniyetler İttifakı hayata geçirilmiştir (https://www.unaoc.org/who-we-are/). Girişimin odağa aldığı temel hususlar, toplumsal kapsayıcılık, hoşgörü, dini gruplar arasında etkileşim ve diyaloğun güçlendirilmesi için eğitim, kültür, inanç, göç gibi konularda ortak projelerin hayata geçirilmesidir. Yirmi birinci yüzyılda medeniyetler çatışmasına karşı açık bir yanıt olarak ortaya çıkan Medeniyetler İttifakı’nın küresel barış ve güvenliğin korunmasına ilişkin çabaları hiyerarşik olarak örgüt bünyesi ile sınırlı tutulmayıp, sivil toplum kuruluşları ve sivil inisiyatiflerle iş birliği ve uzun vadeli diyaloğu esas almıştır. BM’nin tutumunda, esasen Huntington’ın argümanının 11 Eylül ile pratiğe yansıması katalizör olmuştur. Hıristiyan Batı ve İslam dünyasının karşı karşıya gelmesinin belirleyici bir örneği olarak 11 Eylül olayları, 1990’lardan beri tartışılan İslam’ın Batı “medeniyetine” tehdit oluşturup oluşturmadığı, giderek terörle özdeşleşen İslam algısını zirveye taşımıştır. 2000’li yıllarda ABD’nin öncülüğünde [İslamcı] terörle mücadele politikası ile Müslüman ülkelerde savaş, iç savaş ve çatışma durumları -ki bunun en son örneği 2011’de başlayan Suriye iç savaşı olmuştur- medeniyetler çatışması söylemini ve Huntington’ın öngörülerini haklı çıkarırcasına İslam dini ile bağlantılı olduğu izlenimi vermeye devam etmiştir. Ancak son yirmi beş yılda meydana gelenler ve Suriye iç savaşını salt kültürel farklılık ve bu minvalde yükselen düşmanlığa indirgemek, olaylar dizisinin karmaşık, derinlikli ve çok yönlü etkilerini göz ardı etmek demektir. Bu olayların hiçbirinde Müslüman dünya ortak bir tutum sergilememiştir. Aynı zamanda Hıristiyan Batı ve İslam dünyası arasındaki savaş ve çatışmalarda kültür ve inanç tarihsel olarak hiçbir zaman tek belirleyici faktör olmamıştır. Sonuç olarak medeniyetler çatışması tezi, Soğuk Savaş’ın hemen ertesinde değişen uluslararası bağlamın terimsel ve kuramsal söz dağarcığına katkıda bulunmuştur. Bir yönüyle Huntington’ın genel bir çerçevede ele aldığı küresel gelişmelerle ilgili bakış açısı kutuplaştırıcı etkiyi beraberinde getirmiştir. Soğuk Savaş sonrasında İslam, terör, İslamcı terörizm, İslamofobi gibi tanımlamalar, 11 Eylül 2001 ve sonuçlarının Batı’yı ve benzer şekilde Müslüman dünyayı nasıl etkilediğini göstermiştir. Normatif olarak istenen değerleri geliştirmek, “medeniyetler” arası iyi ilişkiler geliştirmek hususunda ortak zemin arayışları da devam etmektedir. Bununla birlikte düşünce dünyasında medeniyetler arasında ortak zemin arayışlarının, Huntington’ın medeniyetler çatışması şeklindeki çatışmacı retoriğini ne ölçüde bertaraf edeceği de tartışmalı bir konu olmaya devam etmektedir.

Anahtar Kelimeler: Medeniyetler Çatışması, Küreselleşme, Batı, İslam.

Kaynakça

Ali, T. (2002). Fundamentalizmler Çatışması. (A. Yılmaz, Çev.), İstanbul: Everest Yayınları.

Amin, S. (1995). “Emperyalizm ve Kültürelcilik Birbirini Tamamlıyor”, Medeniyetler Çatışması, M. Yılmaz (Der.), Ankara: Vadi Yayınları.

Dirlik, A. (2009). Kriz, Kimlik ve Siyaset Küreselleşme Yazıları. (S. Oğuz, Çev.), İstanbul: İletişim Yayınları.

Elliot, G. (2006). “Hileli Kartlar: Tarihsel Komünizm ve Tarihin Sonu Üzerine Düşünceler”, Tarihin Sonu Mu? Fukuyama Marx Modernite, C. Bertram ve A. Chitty (Der.), (K. Kurtul, Çev.), Ankara: İmge Kitabevi.

Esposido, J. (2002). İslam Tehdidi Efsanesi. (Ö. Baldık, A. Köse, T. Küçükcan, Çev.), İstanbul: Ufuk Yayınları.

Fukuyama, F. (1989). “The End of History?”, The National Interest, nu. 16, ss.3-18.

Fukuyama F. (1993). Tarihin Sonu ve Son İnsan. (Z. Dicleli, Çev.), İstanbul: Gün Yayıncılık.

Huntington, S.P. (1993). “The Clash of Civilizations?, Foreign Affairs, Sayı. 72, Nu. 3, ss.22-49.

Huntington, S. P. (2006), Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması. (M. Turhan ve Y.Z.C. Soydemir, Çev.), İstanbul: Minerva-1.

Kepel, G. (2006). Fitne İslam’ın Merkezinde Savaş. (M. Özışık, Çev.), İstanbul: Doğan Kitap.

Lewis, B. (1990). “The Roots of Muslim Rage”, The Atlantic, Sayı 226 (3), ss.47-60, https://www.theatlantic.com/magazine/archive/1990/09/the-roots-of-muslim-rage/304643/, (Erişim Tarihi: 28.04.2023).

Lewis, B. (2002). 300 Yıldır Sorulan Soru: Hata Neredeydi?. (H. Ö. Turgan ve S. Bilbaşar), İstanbul: Oğlak Yayıncılık.

Lewis, B. ve Churchill, B. E. (2012). Tarih Notları Bir Orta Doğu Tarihçisinin Notları. (Ç. Sümer, Çev.), Ankara: Arkadaş Yayınevi.

Mcneill, W. H. (2006). Dünya Tarihi. (A. Şenel, Çev.), Ankara: İmge Kitabevi.

“Medeniyetler İttifakı: Yüksek Düzeyli Grup Raporu”, (2006). Küreselleşme Kültür Medeniyet Yerel Kimliklerden Küresel Stratejilere, K. Bülbül (Der.), (M. Ceylan, Çev.), Ankara: Orient Yayınları.

Sabet, A. G. E. (2003). “Medeniyetler Çatışması ve Demokratik Söylem: İslami İmtihan”, Tezkire İslamcılık: Eski ve Yeni Halleri. Sayı 33, Temmuz-Ağustos, ss. 64-80.

Said, E. (2007). “Cehaletler Çatışması”, Küreselleşme Kültür Medeniyet Yerel Kimliklerden Küresel Stratejilere, K. Bülbül (Der.), (M. Ceylan, Çev.), Ankara: Orient Yayınları.

Said, E. (2010). Kültür ve Emperyalizm Kapsamlı Bir Düşünsel ve Siyasal Sorgulama Çabası. (N. Alpay, Çev.), İstanbul: Hil Yayın.

Sen, A. (2006). Kimlik ve Şiddet Kader Yanılsaması. (A. Kardam ve Z. Dicleli, Çev.), İstanbul: Türk Henkel Yayınları.

Toynbee, A. J. (1991). Medeniyet Yargılanıyor, (U. Uyan, Çev.). İstanbul: Yeryüzü Yayınları.

Toynbee, A. J. (2014). Dünya ve Garb. (E. Bilgiç, Çev.), İstanbul: Yeni Zamanlar Yayınları.

Wallerstein, I. (1998). Jeopolitik ve Jeokültür. (M. Özel, Çev.), İstanbul: İz Yayıncılık.

Wallerstein, I. (2010). Avrupa Evrenselciliği Gücün Retoriği. (A. U. Kılıç, Çev.), İstanbul: Bgst Yayınları.

Williams, R. (2005). Anahtar Sözcükler. (S. Aysu, Çev.), İstanbul: İletişim Yayınları.